Sultan Abdülhamid’in Hafızası

Sultan, 19’uncu Asrın son yıllarında kabul ettiği bir şefire soruyor:

-Ekselans sizi gözüm ısırıyor! Acaba nereden görmüş olabilirim?

-Görmüş olabileceğinizi zannetmiyorum, haşmetmeâb; belki yarım asırdan beri memleketinize ayak basmış değilim!..

-Demek yarım asır kadar evvel buradaydınız!..

-Evet, haşmetmeâb; muhterem pederiniz Abdülmecîd Hân devrinde babam sefarethanenin birinci katibiydi. Bir gün elçilik heyetiyle beraber huzur-u şahaneye kabul edildiğimiz zaman ben de babamın yanındaydım ve 9 yaşlarında bir çocuktum

-Tamam! Ben de o zaman 10 yaşlarında var – yoktum ve kafes arkasından elçilik heyetini seyrediyordum. Demek sizi o zamandan hatırlıyorum!..

9 yaşlarında bir çocuğu, aradan 50 yıl geçtikten sonra, kendisi de aşağı yukarı aynı yaşta olarak tanıyabilmenin ifade ettiği hafıza kuvvetine denk ikinci bir misal bulunamaz kanaatindeyiz.

(Necip Fazıl Kısakürek – Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han – Büyük Doğu Yayınları – 14. baskı – s.365)

Milliyetçi Padişah

Evet, Abdülhamîd Hân, milliyetçi bir Padişahtı ve bu duygusunu, esas bildiği ümmetçilik ruhunu örselemeksizin, aynı ruha tâbi kılarak muhafaza etmenin sırrına ermişti. Onun gözünde her şey ruhî muhtevadan yani iman ve İslâm’dan ibaretti; kavimcilik de ancak bu ruhî muhtevaya liyakat, riayet ve hizmet belirttiği nispette tutunabilirdi.

Bu gayeyledir ki, idaresi altındaki koca imparatorluğun, Arnavut, Arap, Çerkez, Laz, Boşnak, Tatar, Gürcü, Türk’e yakın veya uzak bütün unsurlarını Hassa Ordusunda ve muhafız birliklerinde toplamış, bu arada ana vatan unsuru Mehmedcikler yatağı Anadolu ve Anadolulu’ya da daima aynı ölçünün emri altında, o ölçüye ehliyet bakımından hususi bir kıymet vermiş ve saf Anadolu çocuklarından bazı birlikler kurdurtmuştu.

Fakat, İslâmî gayeye tâbi bu milliyetçiliğini asla açığa vurmuyor ve bu nazik yol üzerinde bir ayrılık çıkmasından, daimi vehmi sayesinde kaygı duyuyordu. Bir vak’a, onun, bu milliyetçi cephesini pek canlı olarak gösterir.

Kendisi daima bir demir karyola üzerinde sürdüğü gayet sade hayat planı içinde, bir sabah penceresini açıp bahçeyi seyretmeye başlar. O sırada Anadolulu bir bahçıvan çiçekleri ve tarlaları sulamaktadır ve Padişahtan haberi yoktur.

Bahçıvan’ın yanına yine Padişahtan haberi olmayan bir genç Arnavut subay gelir. Bahçıvan birdenbire farkına varamadığı bu subayın üzerine su mu sıçratır, ne olur, şu veya bu sebepten öfkelenen subay, bahçıvana:

-Pis Türk!

Diye haykırır.

Ve işte o zaman, Ulu Hakan Abdülhamîd Hân’ın pencereden sesini duyarlar:

-Unutmayınız ki, ben de bir Türküm!

Arnavut subay, Padişahı görünce donup kalır ve korkusundan hemen oracığa düşüp bayılır.

Abdülhamîd, pencereye doğru koşanlara:

-Kaldırın şu patavatsızı buradan!..

Diye hitap eder ve gözden kaybolur.

(Necip Fazıl Kısakürek – Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han – Büyük Doğu Yayınları – 14. basım – s. 341-342)

Abdülhamid’in Soğanlı Yumurtası, Sarayda Yemek Hırsızlığı, Padişahlara Arzuhaller…

“Sofranız nur, haneniz mamur olsun!” sözü Osmanlı’da boşuna söylenmemiş. Çünkü Osmanlı’da yemek kültürü oldukça önemliymiş. Yemek deyince, Padişahların her birinin bir başyemeği varmış. Söz gelimi Sultan II. Abdülhamid’in en çok sevdiği yemek soğanlı yumurtaymış. Hatta soğanlı yumurtayı kim iyi yaparsa o ödüllendirilirmiş.

Özellikle de Ramazan ayının 15’inde Hırka-i Saadet ziyaretleri yapılır ve aynı gün Topkapı Sarayı’nda iftar yemeği yenirmiş.

“Sultan Abdülmecid’den itibaren bu iftar yemekleri Enderun efendileri tarafından ve aralarında gizliden gizliye bir yarış varmış gibi hazırlanır, yemek sahanlarını örten ve üzerine bağlı kumaşlara iliştirilmiş kâğıtlara da isimleri yazılırmış…

Padişah iftar yemeklerinden tatmakla birlikte en ziyade soğanlı yumurtayı önemser ve beğenirse bu yemeği yapan kişiyi kendine kilerci başı seçermiş…

Hemencecik soğanlı yumurta da neymiş deyip geçmeyin! Soğanlı yumurtanın yapılması, pişirilmesi çok büyük bir marifet gerektirirmiş. Enderun efendilerinin verdikleri bilgilere göre soğanlı yumurtanın pişirilmesi üç buçuk saat sürermiş. Onun hem lezzetini, hem de pişirilmesini yalnızca erbabı bilirmiş…”

Abdülhamid ise tahta geçtikten sonra Dolmabahçe Sarayı’nı pek kanıksamamış. Onun tercihi Yıldız Sarayı olmuş. Tabii Saray menüsünde soğanlı yumurtanın büyük yeri olmasına karşın Osmanlı mutfağının en zengin yemekleri bir biri ardına tevali edermiş.

Sarayda başmabeyinci olarak çalışan Lütfi Simavi’nin anlattığına göre, yalnızca Padişah için değil, her büyük memur için ayrı ayrı sofralar kurulurmuş. Pek çok masrafı olan bu hâlin başlıca sebebi, Mabeyn-i Hümayun memurlarının bir araya gelmelerine mani olmak için imiş. Bu, padişahın tedbir mesabesindeki bir arzusundan kaynaklanmaktaymış. Bu masraflı işten kurtulmak için Lütfi Simavi ile Halid Ziya Bey birlik olup, bu israfı sona erdirmek için, ayrı sofra kurmak yerine, sarayda tabldot usulünü ikame etmişler. Lâkin bu girişimleri bütün görevliler tarafından kabul edilmekle birlikte harem ağaları tarafından ciddi bir muhalefetle karşılanmış. Bazı mutfak çalışanları da bu uygulamaya karşı çıkanların arasında yer almışlar. Bunun özel bir sebebi varmış. Mutfaktaki vazifeliler, saray mutfağından aşırdıkları çeşitli yemekleri, âdeta alenî bir şekilde sarayın yakınındaki evlere sattıkları için sarayın yakınındaki evlerde yemek pişirilme külfeti olmazmış. Ta Sultan Abdülmecid zamanında başlayıp Saray bütçesini büyük sarsıntılara uğratan bu çirkin adet, nihayet Simavi ve Uşaklıgil’in ciddi çabalarıyla engellenmek cihetine gidilmiş. Padişahın hususi sofracıbaşısı ise, dışarıya yemek satma konusunda epeyce direnmiş. Bunun nedeni de çok büyük bir gelir kapısının ortadan kalkması imiş. Nihayet büyük baskı ve kontrollerle uzun senelerdir kökleşmiş olan bu çirkin gidişatın da önüne geçilmiş.

Padişaha sunulan arzuhallere gelince; genelde padişahlar halk içine çıktıkları zaman halk tarafından talep ve şikâyet içeren dilekçeler verilirmiş. Lâkin padişaha arzuhali vermek de ayrı bir maharet gerektirmekteymiş. Halk tarafından kimi arzuhaller hasır yakarak, kimi bir kamışın ucuna takarak, kimi arzuhalde büyük vaveylalar kopararak ancak Sultana takdim edilebilirmiş. Arzuhal sahibi sultanın namaz kılacağı camiye girebilirse, sultan camiye teşrif ettiğinde bağırarak şikâyetini duyurabilir ve gayesine vasıl olabilirmiş.

Yalnız adab ve erkân gereği, arzuhallerin Sultanların camiye gelirken verilmesi usuldenmiş. Namaz çıkışı arzuhal vermek pek uygun bir davranış değilmiş. Hatta Sultan Abdülhamid’in saltanatının ilk yıllarında halk, padişahın yanına yaklaşarak arzuhalini bizzat elden verebiliyormuş. Sonradan güvenlik sebebiyle halk padişahlara yaklaştırılmamış, bunu yerine arzuhalleri padişah adına görevli memurlar toplamaya başlamış. Yine Abdülhamid döneminde ellerinde veya boyunlarında asılı kırmızı atlastan çantaları olan görevliler, arzuhal vermek isteyenlerin padişahı taciz edici bağırışlarını engellemek, hareketlerini kontrol etmek için arzuhalcilerin yanlarına giderek dilekçelerini almakla padişahın ve halkın işi kolaylaştırmışlar.

Bugün de arzuhallerin Başvekil’e, -bundan sonra da Cumhur reisine- vermenin en etkili yolu, camiye giriş çıkışlarında olacak herhâlde. Bu nedenle bir an önce bahsi geçen makamlar, her hangi bir kargaşaya mahal vermemek için harekete geçip tedbirlerini almalı ve korumalardan birini halkın arzuhallerini toplamak için görevlendirmelidirler.

Devlet adamlarından bahis açmışken, Sühreverdi’nin belirttiği -devletin sağlamca durması ve memleketin huzur içinde devamlılık arz etmesi için- devlet adamlarında bulunması gereken yüksek özellikleri sayarak yazımızı bitirelim:

1- Adaletli olmak, 2- Akıllı olmak, 3- Cesur olmak, 4- Cömert olmak, 5- Yumuşak huylu olmak, 6- Vefalı olmak, 7- Doğru olmak, 8- Şefkat ve merhamet sahibi olmak, 9- Sabırlı olmak, 10- Affedici olmak, 11- Şükredici olmak, 12- Temkinli olmak, 13- Bilgili olmak, 14- Namuslu olmak, 15- Vakar sahibi olmak…

FAHRİ GÜVEN

http://www.milligazete.com.tr/makale/abdulhamidin-soganli-yumurtasi-sarayda-yemek-hirsizligi-padisahlara-arzuhaller-98361.htm