Sultan Abdülhamid’in petrol savaşı!

İnsan bir kitaba her şeyi sığdıramıyor tabiatıyla. Hacim, önemli bir sorun. Tabii bütün konuları yazmanın kitabın nizamını bozabilir endişesi de bunda rol oynuyor. Dolayısıyla muhakkak dışarıda kalan bir şeyler oluyor.

İşte beklediğim fırsat nihayet çıktı ve Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün açtığı serginin haberleri basına yansıyınca, notlarını çıkardığım halde “Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı”na koyamadığım Abdülhamid’in petrol savaşı bölümünü yazmak boynumun borcu oldu.

Malum, Sultan II. Abdülhamid döneminin çeşitli sebeplerle karanlıkta kalmış pek çok noktası var. Bunlardan birisi de, Osmanlı ülkesini demir bir ağ içine alma, sonradan Onuncu Yıl Marşı’nda dile geldiği üzere, ülkeyi ‘demir ağlarla örme’ projesidir. Bunu ham ve aceleci hükümlerle ‘Alman emperyalizmine peşkeş çekmek’ olarak sunan tarihçimizin ismini vermeyeyim; çünkü çok yaygın ve orta malı bir kanaattir.

Hicaz Demiryolu hakkında çok şey söylenebilir; ama herhalde tamamen yerli sermaye ile ve yerli mühendis ve işçilerle ve dahi, başta padişah olmak üzere Osmanlı halkından ve İslam âleminden bir seferberlik halinde toplanan yardımlarla (bu yardımların içerisine kurban derileri de dahildir) gerçekleştirilmiş olması, öncelikle söylenmesi gerekenler arasındadır. Projelendirilmesinden uygulanmasına kadar yerlidir ve Cumhuriyet dönemindeki Türk şimendiferciliğinin temeli bu projenin tatbiki yıllarında atılmıştır. Bir uzmanın (Yakup Kalgay) deyişiyle, “Hicaz Demiryolu, bugünkü Türk şimendiferciliğine geniş ölçüde bir tatbikat alanı, tecrübe ve meleke okulu olmuştur. Ve gerçekten bugün (1945 Kasım’ında yazıyor) işbaşında bulunan mühendislerimizden bir kısmı, bu tatbikat alanında stajlarını tamamlamış, salâhiyet, ehliyet imtihanlarını başarı ile vermiştir.”

Demek ki, Hicaz Demiryolu’na bakarken sadece 1.465 kilometre uzunluğunda dev bir tesis olmaktan öte, yerlilik ve Türk demiryolculuğunun okulu olma keyfiyetlerini de vurgulamak önemlidir. Ancak önemli olan başka bir nokta daha var ki genellikle ihmal edilir: Bu projenin Abdülhamid’in enerji politikasıyla yakın ilgisi.

Öncelikle tarihimizin ne kadar sığ ve sebep-sonuç bağlantısı olmadan anlatıldığına bir örnek olmak üzere Birinci Dünya Savaşı’nın ana gerekçesini petrolün oluşturduğuna dikkat çekmemiz şart. Yani temel sorun, İran, Irak, Suriye, Kuveyt, Azerbaycan vs. gibi yerlerdeki petrole hangi emperyalist ülkenin daha önce ulaşacağı sorunuydu. Çünkü dünyanın gelecekteki en önemli enerji kaynaklarının ‘Ortadoğu’da yoğunlaştığı anlaşılmıştı. Daha 1882’de İngiliz Amirali Fisher, dünya üzerindeki kontrollerinin, gemilerinde kömür yerine petrol kullanmaya bağlı olduğuna inandırmaya çalışıyordu Savunma Bakanlığı’nı. Petrolün kaynağı ise Ortadoğu’daydı. Öyleyse?

Ancak bunun karşısında Abdülhamid iktidarının sonlarında Almanlara verilen Bağdat Demiryolu ihalesi kalın bir duvar oluşturacağa benziyor, Hindistan’daki İngiliz hakimiyetini bile tehdit edeceğinden korkuluyordu. Proje gerçekleşirse Bakü ve İran’da gemileri için petrol çıkarmaya uğraşan İngiliz emperyalizmi, Almanya’dan başlayan ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Bulgaristan, Sırbistan ve Osmanlı Devleti’yle Basra Körfezi’ne bağlanan binlerce kilometrelik duvara toslayacak ve müttefiki olan Rusya’yla bağlantısı kopacaktı. Yani Bağdat Demiryolu, böyle bir demir perde gerecekti İngiliz emperyalizminin karşısına.

Ne var ki, ‘demir perde’ projesinin en zayıf halkası, Sırbistan’dı. Bütün mesele, Sırbistan’ın hangi cephede kalacağı noktasında düğümleniyordu. Sırplar Almanları tercih ederse İngilizler, İngilizleri tercih ederse Almanlar şapa oturacaktı. İşte Birinci Dünya Savaşı’nın bir Sırp anarşisti tarafından Saraybosna’da Avusturya-Macaristan Arşidük’üne karşı gerçekleştirilen suikast sonucu çıkmasının gerçek sebebi, Ortadoğu petrollerine uzanacak hattın zayıf halkasının kimde kalacağı meselesiydi.

Zaten daha 1896’da Bağdat Demiryolu, Konya’yı Berlin’e bağlamıştı bile. İş, Konya’dan Bağdat’a uzanmaya kalmıştı. Böylece Osmanlı ülkesinin iç pazarı, Avrupa kanalından dünya pazarlarına bağlanmış, öbür taraftan 1900 yılında Sultan’ın iradesiyle başlanan Hicaz Demiryolu, Osmanlı’nın bu defa yabancı devletlerin yardımı olmadan Ortadoğu’ya karadan bir kanal açma harekâtı olacaktı.

Aslında Hicaz Demiryolu, Sultan Abdülhamid’in imparatorluğu kurtarma projesinin bir parçasıydı. Yalnızca içerideki ekonomik canlanmayı temin etmeyecekti bu projenin gerçekleşmesi, aynı zamanda yakın bir gelecekte kopması muhtemel kıyamet öncesinde Osmanlı kuvvetlerinin seri hareket edebilmesini de sağlayacak, petrol bölgelerine yönelik bir emperyalist hücumunu da önleyebilecekti. Yani Hicaz Demiryolu’nun gerçek yapılma sebebi, Yavuz Sultan Selim’in, Osmanlı fetihlerinin yönünü doğuya çevirmesindeki sırla alakalıydı. Nasıl Yavuz, İran, Suriye ve Mısır fetihleriyle Portekiz’in Hind Okyanusu’ndaki etkinliğine karadan giderek bir cevap vermişse, torunu olan II. Abdülhamid de Hindistan ve Mısır’ı kontrolü altına alan İngiliz emperyalizmine yine karadan bir yol bularak karşılık veriyor, kurtların iştahlarını kabartan enerji havzalarına sahip çıkıyordu.

Bunu, Bağdat ve Hicaz demiryollarının geçtiği noktalar ile petrol çıkan bölgeleri gösteren haritaya baktığınızda daha net olarak görebilirsiniz. Ne tuhaf, değil mi! Tren hatları, petrol çıkan bölgelerden geçirilmiştir. Ve bu Abdülhamid de çok olmaktadır artık…

Nitekim 1908 yılının Mayıs’ında Concession Sydicate Limited şirketinin operasyon şefi George B. Reynolds, İran sınırları içindeki Mescid-i Süleyman bölgesinde dünyanın o zamana kadar gördüğü en zengin petrol yataklarını patlattığında Abdülhamid iktidarının sonu da gözükmeye başlamıştı. Ne gariptir ki, Mayıs 1908’de petrol bulunmuş, bundan sadece ve sadece 2 ay sonra Jön Türk isyanı başlamış ve temmuz ayında Abdülhamid, Meşrutiyet’i ilan ederek iktidarı bırakmak zorunda kalmıştı.

Velhasıl, petrol, bir devlet başkanının daha başını yemişti. Ama bu, ne ilk, ne de son olacak, sadece 10 yıl sonra bu defa, onu devirenler de kullanılarak Osmanlı Devleti yıkılacak ve Abdülhamid’in petrol haritasında işaretlediği hemen bütün noktaların kontrolünün şaşırtıcı bir hızla İngilizlerin eline geçtiği görülecekti. 1918 yılının 1 Kasım’ını 2 Kasım’a bağlayan gece vatanı terk eden Enver Paşa, gitmeden önce yaveri Mersinli Cemal Paşa’ya, Siyonizm’in oyununa geldiklerini ve en büyük hatalarının Sultan Hamid’i anlayamamak olduğunu söyleyecekti. Haklıydı belki; ama ne çare ki, atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmişti.

Mustafa Armağan

Sultan Abdülhamid’in yaptıkları


İlk defa elektriği, gazı getiren, ilk modern eczanemizi açtıran,

İlk otomobili getiren, 5 bin km kara yolunu yaptırtan,

Dünyanın ilk metrolarından birini Karaköy-Taksim arasına yaptıran, atlı ve elektrikli tramvaylar kuran,

Kudüs-Yafa, Ankara-İstanbul ve Hicaz demir yollarını yaptıran (Haydarpaşa Tren İstasyonunu da tabi),

İstanbul’un binlerce fotoğrafını çektiren, Arkeoloji müzeciliğini başlatan,

Chicago’daki turizm fuarına ülkemizi ilk kez sokan,

Kuduz aşısının bulunmasından sonra Ülkemizin ilk Kuduz Hastanesini (İst. Darü’l-Kelb Tedavihanesi) açtıran,

Polisiye romanların ülkemize girişini sağlayan, (14 yıl içinde basılan 4000 kitaptan sadece 200 kadarı dinle ilgili idi.)

Okullara (Hıristiyan okulları dahil) gönderdiği emirde Türkçe’nin iyi öğretilmesini isteyen, Azerbaycan okullarında Türkçe yasağını kaldıran, Paris’te İslam Külliyesi kuran !

Teselya savaşı sürerken saraylı hanımlara askerler için çamaşır diktirende, hastaneleri ziyaret edip hastaların ihtiyaçlarını soranda, sarayın bahçesinde bile hastalara hizmet ettirtende !

Midilli adasını eşi Fatma Pesend Hanım’ın şahsi mülkünden ısrarla verdiği para ile Fransızlardan geri alanda O !

Israrla yerli kumaş giyen, Hereke bez fabrikası ve Feshaneyi kuran,

Ziraat Bankasını kuran, Ticaret, Sanayi ve Ziraat Odalarını açtıran,

Yıldız Çini fabrikasını, Beykoz ve Kağıthane kağıt fabrikalarını,

Toplu sünnet merasimleri yaptırıp her bir çocuğa çeyrek altın gönderen bu yüzden yaz aylarında toplu sünnetleri moda eden,

Mezuniyet törenlerinde öğrencilere hediye kitap gönderen, Yoksul halkına kendi cebinden ödeyerek kömür dağıtan,

Ermeni Onnik’in mektubu üzerine kendi parasından takma bacak yaptırtan,

Biriktirdiği parasından bir kısmını her sene borç yüzünden hapse düşenleri kurtarmaya tahsis eden,

Modern matbaa makinelerini Türkiye ye getirten,ücretsiz kitap dağıttıran, 6 bin kitabın çevrilmesini sağlayan, Beyazıt kütüphanesini kurup 30 bin kitap bağışlayan (10 bini el yazmasıdır),

Yabancı bilim adamı ve yazarlara Nişanlar veren, Her yıl 30 bin saksı satın alıp çiçek ektiren,

Bizim Hekimbaşı çöplüğü dediğimiz yerde gül yetiştiriciliği yaptıran da (Isparta’daki gül yetiştiriciliği de O’nun öncülüğünde başlamıştır),

Türkiye’nin bir çok yerinde saat kuleleri yaptıranda O dur! (İzmir, Dolmabahçe..),

Hindistan, Cava, Afganistan, Çin, Malezya, Endonezya, Açe, Zengibar, Orta Asya ve Japonya ya elçiler ve din adamları gönderen,

Latin Amerika ülkeleri ile diplomasiyi başlatan,

Yalova Termal kaplıcalarını kurduran, Terkos’un sularını İstanbul’a taşıtan, Bursa’nın bir köyünde bile çeşme yaptırabilen O dur. (Sadece İstanbul’a 40 çeşme yaptırmıştır),

Sarayında yaptırdığı tiyatroda oyunlar ve opera izleyen,

Sarayda müzik okulu kurduran, çocuklarına piyano çaldırtan, hatta sarayda kızlar bandosu oluşturan,

Kendi elleri ile yaptığı marangozluk eşyalarını hediye etmeyi seven,

Kendisine yapılan bombalı suikast de 26 kişinin ölmesine, 58 kişinin yaralanmasına rağmen Ermeni katili affedip Avrupa da hafiyelik yapmaya gönderen de O dur.

Doğu Türkistan’a gönderdiği askeri yardım ile Çinlilere karşı onları örgütleyen, Çinin göbeği Pekinde Hamidiye Üniversitesini kurdurtan da,

Beş vakit namazını aksatmadan kılan, hiçbir evrakı abdestsiz imzalamayan (hatta yere bile basmayan [yatağının dibinde teyemmüm tuğlası bulunduruyordu]),

Yeni gemiler alan, toplar (çanakkale savaşımızdaki çoğu top), tüfekler getirten de !

Telefonu Avrupa’dan 5 yıl sonra ülkemize getiren de O dur !

Kiliselere, sinagoglara yardım eden (hatta Vatikan da kilise yapılmasına bile yardım eden),

Peygamberimize, dinimize veya Osmanlıya hakaret içeren oyunları kaldırtan (Fransa-İngiltere-Roma-ABD) (Bir piyes için bile Alman İmparatorunu devreye sokmuştur),

ABD’nin Erzurum’da konsolosluk açmasını reddeden, İzmir limanına izinsiz giremeye kalkan ABD savaş gemisini top ateşine tutturan,

İstanbul boğazı için iki köprü projesi çizdiren (bir tanesi tam bu günkü Fatih S.M.köprüsünün bulunduğu mevkidedir),

Darülaceze yaptırıp içine sinagog,kilise ve cami koyduran, Çocuk hastanesi (Şişli Etfal[çocuklar] Hastanesi) açtıran,

Kendisine “Allah’ın belası”diyen Namık Kemal’i Rodos ve Sakız adası valiliklerine atayan, parasını cebinden ödediği yerde kabir yaptırtan,

Posta ve Telgraf teşkilatını kurduran(Sirkeci Büyük Postane binası…

Abdülhamit ve Abdülmecid (dünyanın ilk torpido atan denizaltısı) adında denizaltılarımızı Taşkızak tersanesinde yaptırtan da (üstelik kendi cebinden), O !

İlkokulu zorunlu tutan (kız ve erkeklere), İlk kız okullarını açtıran, 15 tane okulda karma eğitime ilk defa gecen,

Öğretmen yetiştirmek için okullar yaptıran (32 tane) (ör. şimdiki adı ile Bursa Çelebi Mehmet okulu), Kız Öğretmen Okullu açan (Daarül Malumat),

Cami yaptırdığı her köyde birde ilkokul yaptıran (Mesela sadece Sivas’taki ilkokul sayısı 1637), okuma yazma oranının 5 kat arttıran, (1900 yılında ilkokul sayısı 29.130’u bulmuştu. Sadece Anadolu da 14 bin ilkokul vardı)

Orta okul (Rüşdiye) sayısı 619 çıktı, Fransızca dersleri konuldu,

Lise eğitimi için İdadiler açan (109 tane), (İstanbul Erkek-Kabataş Lisesi)

İstanbul’da Darülfünün (Üniversite) açan, Dünyanın ilk Dişçilik okulunu kuran,

Ayrıca Deniz Mühendis Okulu, Askeri Tıp Okulu (GATA’nın atası), Kuleli Askeri okulu, Mekteb-i Harbiyeler (Harp Okulları yani), Askeri Baytar Okulu, Kurmay Okulu, Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler Fak), Mekteb-i Tıbbıye-i (Marmara Ünv. Tıp Fak), Mekteb-i Hukuk, Ziraat ve Baytar Mektebi, Hendese-i Mülkiye(Yüksek mühendis okulu), Daarül Muallim-i Adliye(Yüksek Adalet Okulu), Maliye-i Mekteb-i Ali(Yüksek Ticaret Okulu), Ticaret-i Bahriye(Deniz Ticaret Okulu), Sanayi-i Nefise Mektebi(Güzel sanatlar fak.), Hamidiye Ticaret Mektebi(İktisadi ve Ticari ilimler akademisi), Aşiret Mektebi(Osmanlılık fikrini yaymak için), Bursa’da İpekböçekçiliği okulu, Dilsiz ve Âmâ Okulu, Bağcılık ve Aşıcılık Okulu, Orman ve Madencilik Okulu, Polis Okulu onun tarafından kurulmuştur.

Unutmadan bi de Ankara’da ÇOBAN OKULU var. Dünyanın ilk Deniz altısı, yani submarine’i onun talimatıyla üretti Osmanlı. Bütün dinamikler ona karşı olmasına rağmen o kadar başarılı olabildi.

(http://www.milligazete.com.tr)

Abdülhamid hakkında yanlış bildiğimiz 10 şey

Abdülhamid hakkında yanlış bildiğimiz 10 şey
Geçtiğimiz 10 Şubat günü Sultan II. Abdülhamid’in 91. ölüm yıldönümüydü. Hakkında olumlu bir şey söylemenin bile cesaret istediği yıllar yaşadık ama artık mızraklar çuvallara sığmaz oldu. Çuvalları delip çıkan gerçeğin mızrakları hepimizi şaşırtıyor. Neler mi onlar? Sayıları çok fazla ama içlerinden 10 tanesini seçtim. Beraber çıkarmaya çalışalım mı?
1. Kızıl Sultandı: Bu iddia, Albert Vandal adlı bir Fransız yazar tarafından ortaya atılmıştı. Atılış sebebi de, Abdülhamid’in Ermeni isyanlarını bastırtmış olmasıdır. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa kamuoyunda Abdülhamid’in kan dökücü bir padişah olduğu propagandası başlatıldı. İşte “Kızıl”, yani kan döken Sultan lakabı bu sırada asıldı boynuna. Hadi Ermenilerin böyle demesini anladık; iyi ama bir tekini bile idam ettirmemiş olan Abdülhamid’e Jön Türkler neden “Kızıl Sultan” dediler? 1915’te yüzbinlerce Ermeni’yi tehcir ettirecek olanlar, 25 yıl önce Ermeni propaganda ordusunun neferleri olmakta sakınca görmemişlerdi.

2. Meşrutiyet düşmanıydı: 93 Harbi’nde Osmanlı topraklarının üçte biri kaybedilmişti. Bu çapta bir toprak kaybı karşısında meclisteki farklı milliyetlere mensup üyeler paniğe kapılmış, her biri kendi milletinin topraklarını kurtarma telaşına düşmüştü. Birleştirici olacağı ümidiyle kurulan meclis, tam tersine bölücü bir meclis olmuştu. İki seçenek vardı: Ya parçalanmaya seyirci kalmak ama meşrutiyetten taviz vermemek ya da meşrutiyeti askıya almak ama ülkeyi parçalanmaktan kurtarmak. Abdülhamid ikincisini seçti ki, aynı durumda devlet refleksi zaten başkasını yapmasına müsaade etmezdi.

3. Milleti cahil bıraktı: Bilinenin aksine, Osmanlı tarihinin en canlı eğitim hamlesi, Abdülhamid dönemine rastlar. Sevan Nişanyan’ın hesaplamalarına göre Türkiye, Abdülhamid dönemiyle kıyaslanabilecek bir okullaşma düzeyine yeniden ancak 1950’li yıllarda ulaşabilmiştir. Mesela 1895’te TC sınırlarına tekabül eden bölgede bine yakın (835) ortaokul ve lise bulunuyorken 1923’te bu sayı 95’e düşmüştür. 1895’teki yüz bine yakın öğrenci sayısı (97.837), 1950-51 sezonunda aşağı yukarı aynı seviyede seyretmektedir (90.356). Öncesiyle kıyasladığımızda Abdülhamid dönemindeki eğitim patlaması daha görünür hale gelir. Tahta geçtiği yıl 250 olan rüşdiye sayısı 1909’da 900’e, 6 olan idadi sayısı 109’a çıkmıştır. 1877’de İstanbul’da sadece 200 tane modern ilkokul varken 1905’te 9 bine çıkmıştı. Her yıl ortalama 400 ilkokul açılmıştır ki, bu, Cumhuriyet döneminde bile kırılamamış bir rekordur.

4. Denizciliğe düşmandı: Abdülaziz döneminde dünyanın 3. büyük deniz gücü olmuştuk ama bu donanmanın sadece yıllık boya parası bile Denizcilik Bakanlığı’nın bütçesini aşıyordu! Abdülhamid “karacı” idi, kabul. Ama Atatürk de, İnönü de karacı idi. Demek ki, Türkiye’nin etrafı denizlerle çevrili bile olsa böylesine büyük bir deniz gücünü besleyebilecek ekonomik altyapısı mevcut değildi. Savaş gemisi alıp yeniden dışarıya bağımlı kalmaktansa Abdülhamid tercihini kara ve demiryollarından yana kullandı. İttihatçılar da, Atatürk de, İnönü de demiryoluna öncelik vermediler mi?

5. Keyfî sansür uyguladı: Sansürün elbette savunulacak tarafı yok. Ancak PKK ile mücadele döneminde basının nasıl ağır bir sansür altında çalıştığını unutmadık. Sansür vardı, evet. Fakat siyasi konulara girilmemesi aynı zamanda edebiyatımızın görkemli eserlerinin ortaya çıkması gibi hayırlı bir sonuç da vermemiş midir? Hem Takrir-i Sükûn döneminde uygulanan “cellat sansürü”yle hiç mi hiç kıyaslanamaz Abdülhamid’inki.

6. Hafiye teşkilatı zararlıydı: Hafiye teşkilatının topluma nefes aldırmadığını iddia edenler, aksi halde ne yapılması gerektiğini de söylemelidirler. Meydanı İngiliz, Rus, Fransız ajanlarına mı bırakmalıydı? Hafiyesiz, ajansız, casussuz bir devlet olur mu? Unutmayalım ki, Fransa’nın İstanbul büyükelçisi, Abdülhamid’in tahta geçtiği yıl sokaklarda Fransız Kralı’nın posterlerinin Ermeni hamalları tarafından satıldığını yazıyordu. Devlet Londra, Paris ve Petersburg’dan yönetiliyor, “Hasta Adam”ın kimin kucağında öleceği tartışılıyordu. Abdülhamid, iktidarın dizginlerine asılabilmek için hafiye teşkilatını kurmak zorundaydı. Elbette suistimaller olmuştur ama yakınlarından biliyoruz ki, Sultan her jurnali okuyor ama mutlaka yazanın adam olma niteliğine göre değerlendirmeye tabi tutuyordu.

7. Despottu: ‘İstibdad’ kelimesini ‘despotizm’ diye çevirmek yanlıştır. Hele totalitarizm hiç değil. Kaldı ki, İslam siyaset düşüncesinde “istibdâd” meşru yönetim şekillerindendi. Mesela İbn Haldun ‘istibdâd’ı tek adam yönetimi, yani otokrasi anlamında kullanır ve meşru yönetim şekillerinden biri kabul eder. Kaldı ki, önüne gelen idam cezalarını sürekli affeden birinin istibdâdın yetkilerini hangi yönde kullandığını da pekala görmüş oluyoruz.

8. 31 Mart’ı tertiplemişti: 31 Mart isyanında en ufak bir katkısının olmadığı kesin olarak ortaya çıktığı halde asırlık İttihatçı propagandanın etkisi hâlâ sürüyor. İsyanı araştırma komisyonu başkanı Yusuf Kemal [Tengirşenk], 31 Mart’ın Abdülhamid’in eseri olmayıp İttihatçılara karşı yabancı casus şebekeleri ile mürtecilerin teşebbüsleri olduğunu yazmıştır. Rıza Tevfik ise mahkemede şunları söylemiştir: 31 Mart uydurma ihtilali hazırlandığı zaman ben Talat Bey’e beyhude yere kardeş kanı dökülmesinin büyük bir cinayet olduğunu anlattım. Aldığım cevap şu oldu: “Ne yapalım, Cemiyetin paraya ihtiyacı var, bunu da ancak Yıldız Sarayı’nın hazinesi karşılayabilir.”

9. Hamidiye Alayları gereksizdi: Hamidiye Alayları şunlara yaramıştı: 1. Askerlik yapmayan Kürtlerle kolluk kuvveti eksikliği giderildi. 2. Rus istilasına karşı caydırıcı oldu. 3. Kürtler ve konar göçerlerin dış güçlerce kullanılmasına engel oldu. 4. Aşiretlerin yerleşik hayata geçmelerini hızlandırdı. 5. Çocuklar İstanbul’daki Aşiret Mektebi’nde eğitilerek Osmanlılık bilinci edindiler. 6. Aşiret kavgalarının önüne geçildi. 7. Sükûnet sağlanınca Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun imarına çalışıldı…

10. Korkaktı: Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bey’in dediği gibi “Abdülhamid’in korkak olduğunu sananlar yanılırlar. Korkak olmak şöyle dursun, tam tersine cesurdu.” Dolmabahçe Sarayı’ndaki bir bayramlaşma sırasında deprem olmuş ve tavana asılı 1,5 tonluk bir avize yere düşmüştü. O kargaşalıkta salonda kılı kıpırdamayan tek kişi, Abdülhamid’di. Keza yanı başında bomba patlarken bile metanetini yitirmemiş, öğleden sonra elçilerle mutad görüşmelerini dahi aksatmamıştı. Kızı Ayşe Sultan’a söyledikleri karakterini iyi özetler: “Kalbimde yalnız Allah korkusu vardır. Bir hadise olmadan evvel onu önlemek için telaş ederim. Ama tehlikenin içinde bunduğumu hissedersem icabında ateşe atılmaktan bile çekinmem.”

İçimden bir ses, “Kurtlarla Dans”ın devamını yazmam gerektiğini söylüyor.

(15 Þubat 2009 – Mustafa Armağan)